C. G. Jung ve Analitik Psikoloji  

Kompleksler Nedir? (Was sind Komplexe?)

Kompleksler, bilinçdışında depolanmış, ilişkilerde yaşanmış çatışmalı deneyimlerin içselleştirilmiş halidir. Bu deneyimler genellikle bir veya daha fazla zorlayıcı duyguyla – örneğin, korku, öfke, utanç – birlikte ortaya çıkar, bu nedenle C. G. Jung "duygusal yüklü komplekslerden" söz eder. Çatışma deneyimleri genellikle çocukluğun hassas döneminde, güçlü bir duygu ile birlikte yaşanır. Bu duygusal yüklü kompleksler, bilinçdışında otonom kompleksler olarak etkilerini sürdürür. Jung, bu nedenle onlara "kopmuş alt kişilikler" de der, çünkü bu kompleksler bilincimizi ve tüm dikkatimizi kontrol edebilir.

Jung, "Günümüzde herkes 'komplekslere sahip olduğunu' bilir. Ancak, komplekslerin bir kişiyi ele geçirdiği daha az bilinir. Her kompleksin konstelasyonuyla bir bilinç bozukluğu durumu oluşur" diye yazar. Eğer günümüzdeki yaşantılar, bu eski çatışma deneyimlerine benzerlik gösterirse, biz kompleksli bir şekilde tepki veririz; yani, mevcut duruma uygun olmayan, aşırı duygusal bir tepki gösteririz, durumu doğru algılayamaz ve onu kompleksin bakış açısından yorumlarız. Önemli kompleksler arasında anne, baba, kardeş, kıskançlık, aşağılık ya da korku kompleksleri sayılabilir.

Eğer benzer olaylar kompleksin bakış açısından yorumlanırsa, bu kompleksin ve onunla ilişkili olan duygunun daha da güçlenmesine neden olur. Örneğin, bir korku kompleksi durumunda, kişi giderek daha da korkulu hale gelir. Sonuç olarak, giderek daha fazla yaşam olayı komplekse dayalı bir şekilde yorumlanır ve yaşanır.

Kompleksler, çatışmalı, çözümlenmemiş konularla yüzleşmeyi zorunlu kılar. Bir yandan da yaşamı engeller; çünkü kişi, mevcut duruma uygun olmayan, tarihsel bir duygusal tepkiyle aşırı tepki verir. Bu duyguların savunulmasıyla birlikte, kalıplaşmış davranış ve deneyim biçimleri ortaya çıkar. Ancak, kompleksler aynı zamanda psişik yaşamın enerji merkezleridir; içinde "yeni yaşam olanaklarının tohumlarını" barındırırlar. Jung, kompleksleri, ruhsal yaşamın "yanma veya düğüm noktaları" olarak adlandırır ve bu noktaların eksik olmaması gerektiğini, aksi takdirde ruhsal aktivitenin ölümcül bir durgunluğa düşeceğini belirtir. 

Herhangi bir duygusal yüklü olay, bizim için acı verici olan veya korku yaratmış her şey, bir komplekse dönüşebilir – sadece çocuklukta değil, sonraki yaşamda da. Kompleksle ilişkili olan konular veya duygular ele alındığında, bilinçdışındaki tüm bağlantılar, yani orijinal çatışma deneyimine ait duygular ve bu duygularla birlikte ortaya çıkan kalıplaşmış savunma stratejileri harekete geçer: Kompleks, Analitik Psikoloji'de "konstelasyon" olarak adlandırıldığı gibi "konstelasyonlaşmış" olur. Duygu ne kadar güçlü ve çatışma durumuna ait anlam çağrışımları alanı ne kadar genişse, kompleks de o kadar güçlü olur, diğer psişik unsurlar, özellikle de benlik bilinci, arka plana itilir. Bu durum, nasıl davranmak istediğimize özgürce karar veremememize, duygularımızı ayrıntılı bir şekilde fark edemememize ve aslında hiç istemediğimiz şekilde davranmamıza yol açar. Normalde sahip olduğumuz güvenli benlik hissini geçici olarak kaybederiz.

Komplekslere sahip olmak tamamen normaldir. Onlar, bilinçdışı zihnin canlı yapı taşlarıdır ve psişik eğilimimizi oluştururlar. Kompleksler, yaşam sorunlarının bir ifadesidir ve aynı zamanda merkezi yaşam ve gelişim konularını temsil ederler. Bu nedenle, bireydeki kriz eğilimli noktaları gösterirler.

Son olarak, C. G. Jung’un kompleks tanımı: "Bilimsel olarak ifade edersek, bir duygusal yüklü kompleks nedir? O, belirli bir psikolojik durumun, canlı bir şekilde duygusal olarak vurgulanmış bir imgesidir ve bu durum, alışılmış bilinç durumuyla veya tutumuyla uyumsuz bir şekilde ortaya çıkar. Bu imge, güçlü bir içsel bütünlüğe sahiptir, kendi bütünlüğünü oluşturur ve aynı zamanda göreceli olarak yüksek bir otonomi derecesine sahiptir, yani bilinç eğilimlerine sadece kısmen tabidir".

Aktif İmgeleme (Aktive Imagination)

Aktif İmgeleme (Latince activus: harekete geçiren, etkileyen, etkin; Latince imago: tasavvur), C. G. Jung tarafından geliştirilmiş, bilinçdışı ile yüzleşme yöntemidir. Bu yöntem, kendini deneyimleme süreçleriyle birlikte kişisel gelişimi mümkün kılar. Burada amaç, bilinçdışından gelen içsel imgelerin yükselmesine izin vermek, onlarla yaratıcı ve üretken bir şekilde ilgilenmek ve bu yolla ruhun derin katmanlarıyla temas kurmaktır. Aktif İmgeleme, Analitik Psikoloji'nin temel yöntemlerinden biri olup, rüyalar, semboller, masallar ve mitlerle çalışma yanında yer alır.

Aktif İmgeleme, terapist tarafından herhangi bir yönlendirme veya rehberlik olmaksızın serbest bir imgeleme şeklidir. C. G. Jung, bu teoriyi ilk olarak 1916’da Transandantal Fonksiyon üzerine yazdığı makalesinde tanımlamıştır. Bu derin psikolojik yöntemle, sınırlı bir içsel özne ile daha geniş bir içsel özne arasındaki polarite fikrini ele almış ve bu öznelerin birbirleriyle iletişime geçebileceğini öne sürmüştür. Bu içsel diyalog, ruhun kendisiyle olan konuşması, sıradan öz yansıtma şemasının çok ötesine geçer; Jung’un bakış açısından, bilinç öznesi olan ego ile bilinçdışının daha büyük bir öznesi, kendilik arketipi arasındaki bir etkileşimdir.

Aktif İmgeleme, bilinçdışının tezahürleriyle aktif bir şekilde yüzleşmeyi içerir: Öncelikle, ego, bilinçdışından yükselen imgeleri, hayalleri, sesleri, kokuları vb. alır ve onlarla etkileşime geçerek, örneğin sorular sorarak ve genellikle ardından gelen yanıtları dinleyerek, süreçte aktif bir diyalog oluşturur. Bu aktif diyalog, Aktif İmgeleme'yi pasif veya yönlendirilmiş imgelemeden ayırır.

C. G. Jung, 1932'de yazdığı bir mektupta, Aktif İmgeleme'ye girişin kısa ve etkileyici bir tasvirini sunar: “Örneğin, bir fantezi hayal edin ve onu elinizdeki tüm güçlerle şekillendirin. Onu şekillendirin, sanki siz kendiniz o fanteziymişsiniz ya da ona aitmişsiniz gibi, tıpkı kaçınılmaz bir yaşam durumunu şekillendirir gibi. Bu tür bir fantezide karşılaştığınız tüm zorluklar, sizin psikolojik zorluklarınızın sembolik ifadesidir; ve bu zorlukların üstesinden geldikçe, onları ruhunuzda da yenmiş olursunuz” (Mektuplar I, s. 145).

Jung, 1947'de yazdığı başka bir mektupta şöyle der: “Görüntüye bakın ve onun nasıl gelişmeye ve değişmeye başladığını dikkatle gözlemleyin. Onu belirli bir şekle sokma çabalarından kaçının, sadece kendiliğinden meydana gelen değişimlere tanık olun. Bu şekilde gözlemlediğiniz her ruhsal görüntü, er ya da geç, kendiliğinden bir değişim geçirir ve bu değişim, görüntünün hafifçe değişmesine yol açan bir spontan çağrışım sonucu gerçekleşir. Bir temadan diğerine sabırsızca atlamaktan kaçınmak önemlidir. Seçtiğiniz görüntüye sadık kalın ve onun kendiliğinden değişmesini bekleyin. Tüm bu değişimleri dikkatle gözlemleyin ve sonunda kendinizi görüntüye dahil edin: Eğer bir figür konuşuyorsa, siz de söyleyeceklerinizi söyleyin ve onun ne söylediğini dinleyin. Bu şekilde, sadece bilinçdışınızı analiz etmekle kalmazsınız, aynı zamanda bilinçdışına sizi analiz etme fırsatı verirsiniz. Böylece, bilinç ve bilinçdışı arasında bir birlik yaratırsınız; bu birlik olmadan bireyselleşme hiç mümkün değildir” (Mektuplar II, s. 76).

Aktif İmgeleme, bu anlamda ruhsal süreçleri gözlemlenebilir hale getiren bir yöntemdir. Burada mesele, salt entelektüel bir anlama değil, içsel bir deneyimle anlamaya yöneliktir. C. G. Jung’un “Altın Çiçek Sırrı”na yazdığı önsözde belirttiği gibi, Aktif İmgeleme, ruhsal gelişim ve değişim süreçlerini tetikler ve “kişiliğin genişlemesi, yükselmesi ve zenginleşmesi”, kendine “evet deme” ve kendini en ciddi görev olarak görme amacını taşır.

Resim Terapisi:Bilinçdışından Resim Yapma (Maltherapie: Malen aus dem Unbewussten)

Yaratıcılık, Jung’a göre tüm yaratılışta etkili olan, sürekli yeni biçimler ve şekiller ortaya çıkaran bir ilkedir; örneğin evrimde olduğu gibi. Yaratıcılıkla bağlantılı olmak, insanı bütün kılar, onu tekrar tekrar iyileştirir. Fikirler, ilham, imgelem ve özellikle de Analitik Psikoloji temelinde uygulanan resim terapisinde gerçekleştirilen "Bilinçdışından Resim Yapma" yoluyla, yaratıcı ilke canlı ve bilinçli hale gelir: "Yaratmada, sen de yaratılırsın" demiştir Jung bir İngiliz seminerinde.

Jung, bu anlayışı, kriz dönemlerinde yaşadığı yoğun duyguların neredeyse kendisini parçalayacak noktaya geldiği bir tecrübeye dayanarak geliştirmiştir: "Duyguları resimlere çevirmeyi başardığım ölçüde, yani içlerinde gizli olan resimleri bulduğumda, içsel bir huzur meydana geldi. Eğer sadece duygularda kalsaydım, bilinçdışının içerikleri tarafından parçalanabilirdim," demiştir otobiyografisi "Anılar, Düşler, Düşünceler"de. Bilinir ki, Jung "Kırmızı Kitap"ta o dönemki duygularını ve imgelerini etkileyici resimlere dönüştürmeyi başarmıştır. Bu şekilde, kendi deneyimi, kendi hastalarında da uyguladığı bir terapötik kavramın temelini oluşturmuştur. Bu kavram, rüyaların, imgesel resimlerin ve özellikle de çizilen resimlerin şifa sürecinde önemli bir rol oynadığı bir yaklaşımı içerir. Güçlü veya aşırı güçlü bir duygunun bir resimle ifade edilebildiği her zaman, olumlu bir kişilik değişikliği yaşanabilir.

Jung’un "yaratıcı içgüdü" olarak adlandırdığı şey, başlangıçta bilinçdışında bulunan biyolojik bir kaynaktır. Ancak bilinçli olarak ele alındığında, bir tasarımla başlayan sezgisel, yaratıcı bir eyleme dönüşür. Jung’a göre, bu yaratma sürecinde bilinçli ve bilinçdışı arasındaki temas, mücadele, sonunda her iki tarafın bir şeyler içerdiği ve onları birleştiren bir sembol ortaya çıkarır. Bu süreç, resim yapma sürecinde özellikle şifalıdır. Ressamın psikolojisinde bilinçdışında kalmış veya ayrılmış olanlar bu süreçte entegre edilebilir.

Bilinçdışından resim yaparken, kişi, yaratım süreci boyunca bilinçdışına açık kalır, böylece bilinçli ve bilinçdışı dürtüler arasında sürekli bir alışveriş gerçekleşir. Belki de bu sürece sezgisel resim yapma demek daha doğru olur; burada bilinçdışı ve bilinçli dürtüler arasındaki karşılaşma sırasında sembol oluşumu başlar. Çizilen resimdeki sembol, örneğin, daha önce aşılmaz gibi görünen suyun üzerinden geçen bir köprü olabilir. Bu, ressamın bilinçli ve bilinçdışı arasındaki gerçek bağlantıyı temsil eder ve bu bağlantıyı görünür kılar. Köprünün sembolü, bu bağlantıyı görsel olarak da anlatılabilir hale getirir. Terapistle yapılan yeniden deneyimleme ve yansıtma diyalogunda, resim, ressamı için anlamı açısından ele alınabilir ve onun yaşam durumu ile bağlantılı olarak anlaşılabilir: Resimde gerçek anlamda aşılabilir gibi görünen, artık gerçekten aşılmış olan bu su nedir? Bu iki kıyı nedir? Jung’un bu kavramı, kendi psikiyatri pratiğinde, özellikle de ciddi şekilde rahatsız hastalarla resim yapma ve resimleri tartışma yoluyla denenmiş derin psikolojik terapiye dayanır.

Jung’un yakın çalışma arkadaşı Jolande Jacobi tarafından ilk kez klinikte uygulanan ve resim yapma ve resimleri tartışma çalışmasını içeren bu yönteme "Bilinçdışından Resim Yapma" adı verilmiştir. Doğrudan bilinçdışından resim yapmak elbette mümkün değildir, ancak bilinçdışından gelen dürtülere açık olmak mümkündür, böylece ilk ilham, yani resimleri oluşturma fikri, bilinçdışından gelebilir. Bu durumda belki de başlangıçta sadece mavi ile başlama dürtüsü gelir, ki bu süreçte mavi, deniz olarak şekillenip somutlaşır ve belirli bir sembolizm kazanır. Bu arada, mavi rengin kendisi de belirli bir duygusal ve sembolik alan açmıştır. Geniş yatay alan, ressamda belki de bir kontrast ekleme dürtüsünü ortaya çıkarır; örneğin, bir yelkenlinin yüksek dikey direğini eklemek gibi. Ve aniden -o an için beklenmedik bir şekilde- gökten üzerine bir yıldırım düşer. Bu durumda, şimdiye kadar gizli kalmış, tehlikeli bir çatışma ortaya çıkar ve bu çatışma üzerinde, resim yaparak ve ardından terapist ile resmin tartışılması sırasında daha fazla çalışılabilir. Terapist bu durumda, hastanın resminin içindeki gerilimi ele alarak, onun yaşam durumundaki bu gerilime değinebilir.

Jung okulu, sadece bu tarif edilen resim yapma sürecini "Bilinçdışından Resim Yapma" olarak adlandırmakla kalmaz, aynı zamanda tüm bu yöntemi de adlandırır; bu yöntemde, terapi sürecinde böyle bir resim yapma ve resimleri tartışma süreci dâhil edilir. Resim yapma ve resimleri tartışma, terapinin başından sonuna kadar terapiyi destekler, bu nedenle Bilinçdışından Resim Yapma, burada gerçekten de derin psikolojiye dayalı bir sanat terapisi, analitik bir resim terapisi haline gelir.

Bu tür resim yapma, ya zaten devam eden bir terapi sırasında terapist tarafından teşvik edilir ya da hasta tarafından spontane olarak talep edildiğinde, terapist tarafından terapi sürecine dâhil edilir. Bu durumda, ortaya çıkan resimler, Jung’cu analizde rüyaların geleneksel olarak sahip olduğu öneme sahip olur; bu resimler, rüyalar gibi hasta ile birlikte duygusal olarak yeniden deneyimlenir, gözlemlenir ve tartışılır.

Resimleri Anlama ve Tartışmada Sezgi (Intuition beim Verstehen und Besprechen von Bildern)

Hastanın resimlerinin yaratıcısı ve terapistin empatik katılımcı, birlikte resimle ve resim hakkında konuşan bir partner olarak, bu derin psikolojik resim terapisinde özellikle aktif ve aynı zamanda sezgisel bir şekilde işbirliği yaparlar; bu süreçte birbirleriyle rezonans halindedirler. Resim bir yandan hastanın getirdiği tamamen kendine özgü bir şeydir, ancak aynı zamanda -hasta ve terapist birlikte ona odaklandığında- onların ortak ilgisini çeken üçüncü bir unsur haline gelir. Bu, terapötik ilişkiyi özgün bir üçleme içine yerleştirir; resme yönelik ortak bir odaklanma, hasta ve terapistin daha eşit seviyede iletişim kurmasını sağlar ve aktarım çatışmalarını önler. Resim, analiz edilen ve terapistin arasında, potansiyel olarak simbiyotik bir şekilde gelişebilecek olan ikili ilişki içinde, ince, yardımcı bir mesafe yaratır. Bu, bazı hastaların güven ve belli bir yakınlık geliştirmesini sağlar.

Resimlerin tartışılması, tıpkı rüyalar ve imgelerin tartışılmasında olduğu gibi, burada da yüksek bir terapötik önem ve etkiye sahiptir; ancak her resmin mutlaka tartışılması gerekmez. Bazen, birkaç resimden oluşan küçük bir seri ortaya çıktığında tartışma daha anlamlı olabilir. Ressam, yaratıcı süreçten hemen sonra bu konuda konuşmaya hazır olmayabilir, çünkü her şey henüz çok tazedir. Ancak birkaç gün sonra, tartışma, ki bu her zaman resme verilen bir tepkiyi içerir, ressam tarafından büyük ölçüde arzu edilebilir hale gelir.

Bu diyaloğun öncesinde ve resimle birlikte terapistin yüksek düzeyde sezgi göstermesi gerektiği açıktır: Hastanın bilinçdışı ile temasta olması ve hastanın resmine empatiyle yaklaşması gereklidir. Resmin tamamına, ruh haline ve uyumuna bakmak gereklidir. Sezgi başlangıçta söz öncesidir. Terapist açısından sezgi, ortaya çıkan resim karşısında, yaratıcının ifade etmek istediği şeyi empatik olarak anlamış hissetmesini sağlayacak sözleri bulma yeteneğinde kendini gösterir. Sezgi, resimle karşılaşıldığında doğru soruları yaratıcıya sorma sanatıdır. Sezgi, her zaman doğru soruları sormak olarak anlaşılabilir. Bunlar, sezginin özellikleridir.

Bireyleşme Süreci (Der Individuationsprozess)

Bireyleşme süreci, bilinç ve bilinçdışı arasındaki diyalojik bir çatışma süreci olarak anlaşılır. Bilinçli ve bilinçdışı içerikler, semboller içinde birleşir.

Bireyleşme sürecinin amacı, insanın aslında olduğu kişi haline gelmesidir. "Kendin ol," demişti zaten Pindaros; bu düşünce yeni değildir. Aristoteles, her yaratılmışın sadece kendine özgü bir biçime sahip olduğunu ve hayatın bu kendine özgü biçime yönelmesi gerektiğini vurgulamıştır. Bu, içimizde var olan yaşam olanaklarının büyük bir kısmının deneyimlenebilir hale gelmesi ve belki de sadece bizim içimizde olanların görünür hale gelmesi anlamına gelir.

Bireyleşme süreci bu anlamda bir ayrışma sürecidir: Bir insanın özgünlüğü ifade edilmelidir, onun benzersizliği. Bu, kişinin kendini her yönüyle kabul etmesini gerektirir; buna hem sahip olunan olanaklar hem de zorluklar dahildir. Özellikle zorluklar önemlidir – çünkü bunlar, büyük ölçüde özgünlüğümüzü oluşturur. Kendini, sahip olduğu olanaklar ve zorluklarla kabul etmek, bireyleşme sürecinde gerçekleşmesi gereken temel bir erdemdir.

Bireyleşme süreci bağlamında sık sık bir ağaç metaforu kullanılır: Toprağa düşen bir tohum, o tohumda saklı olan ve konum, hava, iklim gibi faktörlerle etkileşim içinde büyüyen ağaca dönüşmelidir. Ağaçların yaraları da oldukça karakteristik bir özelliktir.

"Kendin ol" demek, pürüzsüz, uyumlu ve yontulmuş hale gelmek anlamına gelmez; aksine, kişinin kim olduğunu, kişiliğinin neyin uyumlu olduğunu fark etmesi anlamına gelir – köşeleri ve pürüzleriyle birlikte. Bu bağlamda, bireyleşme süreci her zaman bir yaklaşım sürecidir; aslında ne olduğumuzu bilmiyoruz, ve analist de bilmiyor. Her dönüşüm, düzeltilebilir bir şekilde, geçici bir süreçtir.

Bireyleşme sürecinin diğer bir önemli yönü ise – aynı derecede önemli ve belki de psikolojik olarak daha uygulanabilir olan – daha fazla özerklik kazanmaya yöneliktir. İnsan, ebeveyn komplekslerinden ve bununla bağlantılı olarak toplumsal normlardan, toplumun değerlerinden, rollerden, "herkesin" düşündüğünden bağımsız bir birey olmalıdır. Kendin olma, aynı zamanda olgunlaşma anlamına gelir.

Jung'un psikolojisinde, dışarıda olan şeyin içimizde de olduğu, içeride olan şeyin dışarıda da olduğu kabul edilir. Bu nedenle, sadece içselleştirdiğimiz toplumsal değerler, normlar, rol beklentilerinden değil, bilinçdışına olan bağımlılıktan da kurtulmalı ve onunla bilinçli bir ilişki kurmalıyız. Bilinçdışının etkisinde kalmamak, örneğin, bir arketipin hayatımızı farkında olmadan yönlendirmesine izin vermemek anlamına gelir.

Örneğin: 42 yaşında bir adam, kahraman arketipi tarafından oldukça etkilenmiştir. Her yerde kahraman olmak ister ve kahraman olamayınca kendini kötü hisseder. İnsanlar ona hep kahramanca davrandığını söylerlerdi, bu yüzden ona hep çok iş yüklenirdi çünkü o hiç şikayet etmezdi, her şeyi iyi bir şekilde hallederdi. Sık sık kahramanlarla ilgili rüyalar görürdü. Zamanla, kahraman olması gerektiği konusunda çok etkili olduğunu fark etti. Birçok yaşam durumunda, kahraman olmanın onun ve iş için anlamlı olup olmadığını sorguladı. Benlik ve bu kahraman tarafı arasında bir diyalog başladı. İnsanlardaki kahraman tarafı sadece sorunlu bir şey değildir. Asıl hedef, bu tarafa hayatımızda anlamlı olduğu bir yer vermektir. Böyle bir süreç, bilinçdışından ayrılmayı ifade eder. Bu, bilinçdışının eski anlamda hala etkili olmaya devam ettiği anlamına gelmez, ancak en azından bu taraflarla bir ilişki kurabiliriz ve artık onlardan etkilenmeyiz.

Jung, bu iki yönü birleştirerek, insanı, terapi sırasında gerçekleşen bireyleşme sürecinin yaşandığı bir durumda, aslında olduğu kişi haline gelen, yani kolektif bilinçdışının güçleri tarafından gittikçe daha az yönlendirilen biri olarak görür. Bu yönlendirmenin yerini diyalog alır – bilinç ve toplum arasındaki diyalog, bilinçli ve bilinçdışı arasındaki diyalog. Bu, bireyleşme süreci boyunca daha fazla özerkliğe doğru bir gelişim sağlayacaktır.

Jung, bireyleşme sürecini bir yandan içsel, öznel bir entegrasyon süreci olarak tanımlar, yani bu süreçte insan, kendine dair daha fazla yön keşfeder ve onlarla iletişim kurar, onları kendi imajı ile birleştirir – örneğin, projeksiyonları geri alarak. Öte yandan, bireyleşme süreci, kişilerarası, öznelerarası bir ilişki sürecidir, çünkü Jung'a göre, "Benlik ile ilişki, aynı zamanda insanla ilişki demektir, ve bu ilişki önce kendisiyle ilişki kurmadan var olamaz." Ya da: "İlişkisiz bir insanın bütünlüğü yoktur, çünkü bunu yalnızca, kendisiyle ve daima bir 'diğer' ile ilişki içinde olan ruh aracılığıyla elde edebilir."

Bireyleşme sürecinin hem bir entegrasyon süreci hem de bir ilişki süreci olduğu düşüncesi, Jung’un terapide sembollerin hem öznel hem de nesnel düzeyde yorumlanmasına dayanır. Örneğin, bir rüyada bir otorite figürüyle karşılaşırsak, bu figürü dışsal bir otorite olarak görebiliriz ve rüyada ona karşı olan tutumumuz, günlük yaşamda benzer otoritelere karşı olan tutumumuz hakkında bir şeyler söyleyebilir. Bu, nesnel düzeyde bir yorum olacaktır. Öznel düzeydeki yorumda ise, bu otorite, içsel bir figür olarak görülür, bizim bir yanımız olarak ve bu bağlamda otoriter bir özellik olarak kabul edilir. Jung’u tam anlamıyla anlamak için her iki yorum biçimini de dikkate almak gerektiğini düşünüyorum. Bireyleşme süreci insanları yalnız bireyler haline getirmez, aksine insanları daha toplumsal hale getirir. Jung’a göre, "Bireyleşme süreci insanlığa dair bir bilinç geliştirir, çünkü tüm insanları birbirine bağlayan ve onlara ortak olan bilinçdışı, bilinç düzeyine getirilir. Bireyleşme, kişinin hem kendisi hem de insanlık ile bütünleşmesidir."

Başka bir ifadeyle: Özerklik yalnızca gelişen bir şey değildir, aynı zamanda ilişkisel yeteneğin gelişimiyle de birlikte gelir.

Bireyleşme bir hedeftir. Bütünleşmek ise bir ütopyadır, en fazla yolun bir kısmında olabiliriz. Bu süreç, "hayatın süresini anlamla doldurur".

Abdullah ÖZER

Sosyal Çalışmacı, Bilim Uzmanı (Klinik Psikoloji), Aile Danışmanı

Uluslararası Akredite olmuş olduğu Psikoterapi Ekolleri ve Yöntemleri:

Ego-State-Therapy International (ESTIAkredite Ego State Terapisti
Ego-State-Therapie Deutschland (EST-DEAkredite Ego State Terapisti
Deutsches Focusing Institut (DFIAkredite Focusing Danışmanı/Terapisti
Deutsche Gesellschaft für Sexualforschung e.V. (DGfSAkredite Cinsel Danışman
Milton Erickson Gesellschaft für Klinische Hypnose e.V. (M.E.G.Akredite Hipnoterapist
World Association for Positive and Transcultural Psychotherapy (WAPPAkredite Pozitif Psikoterapi Danışmanı
Viktor Frankl Institute Vienna (VFIAkredite Logoterapi ve Varoluşçu Analiz Eğitmeni

Avusturya Psikoterapi Meslek Yasasına uygun alınan Psikoterapi Eğitimleri:

Österreichisches Trainingszentrum (ÖTZ) onaylı Avusturya Sağlık Bakanlığı ve Psikoterapi Meslek Yasasına uygun 1320 saatlik "Psychotherapeutisches Propaedeutikum" (Psikoterapötik Propedötik) Psikoterapi Eğitimi

Uygulayıcısı olduğu Psikoterapi Ekolleri:

Psychodynamische Psychotherapie/Psychoanalytische Psychotherapie (Psikodinamik Psikoterapi/Psikanalitik Psikoterapi)
Körperorientierte Psychotherapie (Beden odaklı Psikoterapi)
Eye Movement Integration (EMI) - Göz Hareketi Entegrasyonu

Üyesi olmuş olduğu Uluslararası Mesleki Kuruluşlar:

International Society of Hypnosis (ISH)
European Society of Hypnosis (ESH)
Milton Erickson Gesellschaft für Klinische Hypnose e.V. (M.E.G.)
Viktor Frankl Institute Vienna (VFI)
World Association for Positive and Transcultural Psychotherapy (WAPP)
Deutscher Dachverband Für Psychotherapie (DVP) e.V.

Ebru Özer

Uzman Psikolog, Felsefeci, Aile Danışmanı

Uluslararası Akredite olmuş olduğu Psikoterapi Ekolleri ve Yöntemleri:

EMDR Europe (EMDR) Akredite EMDR Terapisti
World Association for Positive and Transcultural Psychotherapy (WAPP) Akredite Pozitif Psikoterapi Uygulayıcısı
Viktor Frankl Institute Vienna (VFI) Akredite Logoterapi ve Varoluşçu Analiz Eğitmeni

Akredite olmuş olduğu Ulusal Psikoterapi Ekolleri ve Yöntemleri:

T. C. Sağlık Bakanlığı Akredite Hipnoz Uygulayıcısı
T. C. Sağlık Bakanlığı Akredite Psikolojinin Tıbbi Uygulamaları Yetki Belgesi

Devam etmekte olduğu Uluslarası Psikoterapi Eğitimi:

IF Weinheim (IF Weinheim Institut für systemische Ausbildung und Entwicklung) onaylı Sistemik Psikoterapi Eğitimi EFTA-TIC (European Family Therapy Association Training Institutes) - Toplam Eğitim süresi 5 yılı kapsamaktadır.  

Uygulayıcısı olduğu Psikoterapi Metodu:

Internal Family Systems Therapy/Richard Schwartz (İçsel Aile Sistemleri Terapisi)

Üyesi olmuş olduğu Uluslararası Mesleki Kuruluşlar:

Viktor Frankl Institute Vienna (VFI)
World Association for Positive and Transcultural Psychotherapy (WAPP)

Üyesi olmuş olduğu Ulusal Mesleki Kuruluşlar:

Türk Psikologlar Derneği (TPD)
EMDR Türkiye Derneği (EMDR)

Psikosentez Danışmanlık ve Eğitim Merkezi Türkiye İzmir'de ve Almanya Münih/Düsseldorf şehirlerinde Almanca ve Türkçe yüz yüze seanslar vermektedir. Bunun haricinden Dünya'nın neresinde yaşıyorsanız yaşayın Türkçe ya da Almanca Online Terapi, Online Cinsel Terapi, Online Psikoterapi ya da Online Psikolojik Danışmanlık ile SKYPE ya da WhatsApp üzerinden seanslara katılabilirsiniz. Bunun için Online Terapi sayfamıza göz atabilirsiniz.