Neden karar veremiyorum? Karar vermenin dayanlmaz ağırlığı...

Karar verme ile "doğru" ve zamanında karar alma problemi, psikoterapide en sık karşılaşılan konulardandır. Genel kanının aksine, danışanları karar vermekle ilgili problem yaşamalarını bir zayıflık olarak görmüyorum.  Aksine bu durumu danışanların çok önemli bir durumdan kaçmaya yönelik en iyi kaçış stratejilerinden biri olarak değerlendiriyorum.

Peki o zaman, kaçınılmaya çalışılan nedir?

Otuzlu yaşlardaki bir kadın doktorun beni aradığında telefondaki ilk cümleleri şunlar oldu; “Karar vermekte yaşadığım zayıflıklarımın üstesinden gelmem konusunda lütfen bana yardımcı olabilir misiniz?  Hipnoz eğitimi aldığınızı okudum, acaba bu yöntem bana yardımcı olur mu?”.

Bu kadın doktor ile karşı karşıya oturduğumuzda bana adının Ebru (isim değiştirilmiştir) olduğunu ve iki yıldır tanınmış bir hastanede uzman doktorluk yaptığını anlattı.

Birlikte yaptığımız ilk danışmanlık oturumda Ebru Hanım, bana "Önümüzdeki aylar içerisinde üç önemli konuda karar almam gerekiyor” dedi. İlk olarak şu an çalıştığı hastanede kalma veya başka bir hastaneye geçme, ikinci olarak beş yıldır beraber olduğu ancak aslında onu gerçekten sevmediğini düşündüğü erkek arkadaşından ayrılma, son olarak çocuk sahibi olma ve eğer bir çocuk sahibi olacaksa ne zaman ve kiminle yapması gerektiğini konusunda karar vermesi gerektiğini söyledi.

Karar verebilmek öncelikle bir seçim yapma şansınız olduğu anlamına gelir.

Günümüzde daha önceden hiç olmadığı kadar çok konuda karar verebiliyoruz. Bu durum ortaya özgürlük etkisini çıkarmaktadır. Eşler, eskiden birbirlerini bir tanıdığın düğününde veya annelerinin tavsiyeleri doğrultusunda bulabiliyorlardı. Meslek seçimi konusunda ise ya anne-babalarının mesleklerini devam ettirme ya da yaşadığı çevrede mevcut olan kısıtlı imkânlar arasından birini seçmek durumunda kalıyorlardı. Artık günümüzde eşler birbirlerini dünya geneli üzerinden belirleyebilmekte ve mesleğini ülkedeki ve dünya genelindeki olanaklar arasından seçebilmekte hatta kendi mesleğini kendi yaratabilmektedir.

Ancak aşırılığa ulaşan seçme ve karar verme özgürlüğü,  insanların mutlu olmalarını sağlamamıştır. Hatta tam aksi bir durum yaratmıştır. Araba markaları, tatil yeri seçenekleri ve eş belirleme imkânları arttıkça doğru olanı seçebilmek ve zamanında bir karar verebilmek için ihtiyaç duyulan süre de artmaktadır. Eğer mükemmeliyetçi bir kişiyseniz, bu seçimler üstesinden gelinmesi gereken gerçekten oldukça güç problemlere dönüşmektedir.

Bu nedenle, seanslarda daima biyografik açıdan ilgi çekici ayrıntıları sorarım.

Örneğin, Ebru Hanım’ın durumda “Neden tıp eğitimini tercih ettiniz?” sorusunun cevabını öğrenmek istedim. Cevap olarak “Ailem serbest meslekle uğraşırdı ve bir moda evi vardı. Onlar için sadece kariyer ön plandaydı. Benden büyük olan iki ağabeyimle birlikte genellikle başkalarına emanet edilirdik veya büyükanneme bırakılırdık. Neden tıp eğitimini tercih ettiğime gelince, çünkü bu meslekle hem para kazanmakla kalmayıp aynı zamanda insanlara yardımcı olabildiğim için seçtim.” yanıtını aldım.

Hayatımızın ilk on veya en çok on iki yıllık bölümü, kişilik gelişimindeki en belirleyici ve etkili dönemdir. Bizim için tüm dünya, bu dönem sürecinde etrafımızdaki doğal ortam, yaşadığımız çevre  ve günlük olarak etkileşime girdiğimiz ilgili insanlardan ibarettir. Bu dönemde, neler yapmamız ve nasıl davranmamız gerektiğine ilişkin resmi talimatları ve yazılı olmayan kuralları öğreniriz.

Seanslarımda, danışanlarımla birlikte anne baba evlerine hayali bir seyahat yaparız.  Bunu yapmamızdaki amaç, danışanların anne-baba evlerinde hangi kuralların geçerli olduğunu ve belirli konuların nasıl ele alındığını kuşbakışı görebilmelerini sağlamaktır.

  • Anne ve babanız birlikte nasıl yaşarlardı?
    • Onlar gerçek bir çift miydi, yoksa sadece aynı evde ortak bir yaşam mı sürüyorlardı?
  • Sizce yaşamın anlamı nedir?
    • Anne babanız, en çok neyle uğraşır ve ne iş yaparlardı?
    • Zaman, para ve enerjilerini genel olarak ne için harcarlardı?
  • Aile içerisinde anlaşmazlıklar nasıl ele alınırdı?
    • Kardeşler arasındaki kavgalar nasıl sona ererdi?
  • Çocukların doğum günlerinde neler yapılırdı?
    • Kutlama yapılır mıydı? Doğum günü olan çocuk kendini nasıl hissederdi?
  • Hastalık, ayrılık ve ölüm gibi durumlarda ne yaparlardı?
    • Bu olayların üstesinden nasıl gelirlerdi? Teselli ederler miydi? O an ihtiyaç duyulan teselliyi verirlermiydi? size umut ve güven verirler miydi? Çocuğun, sevgi dolu bir yetişkinin kendisine söyleyebileceği hangi cümleye ihtiyacı olurdu?

Tüm bunların "karar vermekle" ne ilgisi var diyorsanız:

Çocuğun doğru karar vermeyi öğrenebilmesi için - anne babanın çocuğa - yanlış karar verme fırsatını tanıması gereklidir.

Ebru Hanım’ın "ailesinde karar vermeye ilişkin konuların nasıl ele alındığını" öğrenmek istedim.

Ebru Hanım gülerek şunları söyledi:

 “Bizde karar verme diye bir konu hiç olmadı çünkü bizde sadece bir insanın ne yapacağı ve ne yapmayacağına dair kurallar geçerliydi.  Moda evimiz küçük bir şehirde bulunması ve müşterilerin ailemi tercih etmelerinin nedeni ailemi uygun bularak sevmeleri olduğu için ailedeki her karar diğer insanların ne düşünebileceğine bağlıydı. Bizim ailemizde her şey kurallarla düzenlenmişti. Evimize hangi arkadaşlarımızı getirebileceğimiz ve hangi spor dallarını yapabileceğimiz… herşey ama herşey belirliydi… Bize uygun bulunan spor da ailemiz tarafından belirlenmişti…örneğin tenis ve kış aylarında ise kayaktan ibarett. Neden tenis ve kayak derseniz de ailemin bu kulüplerde kendi reklamlarını yapma fırsatı bulmalarıydı. Aramızdaki tüm tartışmalar daima standart ‘Sizin için en iyisini biz biliriz.’ cümlesiyle sona ererdi.”

Bu açıklamalar sırasında Ebru Hanım’a anlaşmazlıkların üstesinden gelme ve uzlaşma sağlamayı öğrenme fırsatının hiç tanınmadığını fark ettim. Karar verme, daima anlaşmazlıkların esas nedeni ve ortaya çıktığı noktadır. Ancak burada sözünü ettiğimiz anlaşmazlıklar başka insanlarla yaşadığımız anlaşmazlıklar değil aksine kendi içimizde kendi kendimizle (içsel çatışmaların meydana gelmiş olduğu - içsel çatışmalar) yaşadığımız anlaşmazlıklardır.

Burada önemli olan:

  • İki insanın birbirlerinden farklı şeyler istemesi anlaşmazlığın tanımıdır. Bu tanımı destekler şekilde de çocukların anne babalarıyla birlikte yaşadıkları sürenin yarısını anlaşmazlıklar oluşturmaktadır. Bu sebeple anne babalar, tüm anlaşmazlıkları çocuklarından saklamaya çalışmaktan vazgeçip çocuğun, bu anlaşmazlıkların çözümünde katkı sağlamasını desteklemelidir.
  • Unutulmamalıdır ki anne babaların ebeveyn olarak nitelikleri, çocukları için belirlemiş oldukları kurallara göre değil bu kurallara uymadıklarında onlara karşı gösterdikleri tepkilere göre ölçülmektedir.

İnsan daima kararlar alır.

İnsan daima kararlar alır ve "kararsızlık – mümkün değildir". Bu tespitlere göre de şöyle bir çıkarım yapmak olasıdır;  "İnsan karar almayarak ta bir karar almış olur

Burada karar verme, “bir gece uyuduktan sonra karar veririm” ya da  “gelecek hafta ya da gelecek yıla karar veririm dediğinizde, kararınızı ertelemiş olmuyorsunuz. Önünüzdeki seçeneklerden birini seçmediğimizde otomatikman mevcut durumu seçtiğimiz anlamına geliyor.

Karar vermek neden bazen çok zordur?

Karar vermedeki zorluk, neyin doğru olduğunu ve bu kararın sonucunda neler olacağını önceden bilmememizden kaynaklanmaktadır.  Bu durum, belirsizlik oluşmasına ve genellikle korkmamıza neden olmaktadır. Aldığımız her kararla yeni imkân ve olanakların kapısını açmış oluruz, ancak aynı zamanda da diğer birçok fırsatın da kapısını kapatmış oluruz.

Bu nedenle insanlar, önemli kararlar almaktan kaçınırlar veya bu kararı daha sonra vermek üzere ileri bir tarihe ertelerler. Daha zamanları olduğunu düşünerek kendi kendilerini teselli ederler.

Ancak henüz karar vermemiş olma durumu bir şekilde mağdur hissetme ruh hâline girmemize neden olmaktadır. Bu durumun sonucunda kararları kendimiz belirlemek yerine bu kararların diğer insanların düşüncelerine veya mevcut koşullara göre belirlenmesine izin verir; ardından olan bitene sadece tepki gösterebilir duruma düşeriz.

Ebru Hanım’la yaptığımız danışmanlık oturumuna geri dönelim.

“Sizin için önemli olan konularda almanız gereken üç karar olduğunu ifade ettiniz. Bunlardan birincisi bulunduğunuz hastane de kalmak isteyip istemediğiniz,  ikincisi erkek arkadaşınızla birlikteliğinizi sürdürüp sürdürmeyeceğiniz ve üçüncüsü ise çocuk yapmak isteyip istemediğinizdi. Kendisine- cevabını daha soruyu sormadan tahmin ederek-  “Bu üç karar konusu nasıl ortaya çıktı?” sorusunu sordum.

Ebru Hanım "Buna ben karar vermedim, bir şekilde ortaya çıktılar." diyerek sonrasında konuşmasına devam etti. “Babam,  şu an çalıştığım hastanedeki başhekimi tanıyormuş. Aralarındaki iletişim sayesinde şimdiki işime kavuştum.  Erkek arkadaşımla, üniversite eğitimim sırasında fakülteden tanıdığım yakın arkadaşlarımın aracılığıyla tanıştım. Bir süre bana kur yaptıktan sonra esnek davranmaya karar verip onunla çıkmaya başladım. Çocuk konusuna gelince hem iş hayatı hem de ev hayatını bir arada yürütmenin ne kadar zor olduğunu annemden biliyorum. Anneme baktığımda ise onun için daima işin öncelikli olduğunu gördüm. Ardından köpeği gelirdi. Bu ikisinin ardından ailesi son sırada yer alırdı.”

Bilinçdışı anlaşmazlık ve uyumsuzluklar karar verme açısından engel oluştururlar.

Ebru Hanım’la konuşmalarımız sırasında neden karar verme konusunda çaresiz kaldığı ve ne yapması gerektiği hakkında yeterli bilgi toplayarak ayrıntılı bir izlenim edindim. Ayrıca, Ebru Hanım’ın kendisi açısından bu çok önemli konularda karar vermesine engel oluşturan bilinçdışı anlaşmazlık ve uyumsuzlukları tespit ettim.  

Ebru Hanım’ın kendisini “mağdur rolüne” adadığını,  30 yaşında olmasına rağmen manevi açıdan hâlâ ailesinden ayrılamamış olduğunu ve artık bir yetişkin olduğunu henüz kabullenmediğini gözlemleyerek bir hipotez oluşturdum. Ancak hipotezlerimi Ebru Hanım’a açıklamam kendisine o an hiçbir fayda sağlamayacaktı.  Muhtemelen “Ne demek istiyorsunuz? Bu fikre nasıl ulaştınız? Ben elbette bir yetişkinim,  doktor olarak çalışıyorum!” diyerek tepki gösterecekti.  Bu sebeple Ebru Hanım’ın sorununda doğru iz üzerinden olup olmadığımızı belirlemek için kendisine bir test uygulama kararı aldım.

Danışanların- bu durumda Ebru Hanım’ın- bilinçdışı çatışmaları duygusal olarak mutlaka (duygularını, hislerini seansta hissetmesi, o duygusal çatışmayı o an, terapötik seans sırasında) yaşaması gerekmektedir.

Danışanların bilinçdışı çatışmaları duygusal olarak yaşamalarını temele alan terapötik uygulamasını yıllar önce PSİKOSENTEZ yönteminin kurucusu olan Roberto Assagioli’nin öğrencisi Piero Ferrucci'den öğrenme şansına eriştim. O zamanlar, “FARKINDALIK” ifadesi birkaç Budist dışında hiç kimseye herhangi bir anlam ifade etmiyordu. Danışanlara sorulan “Yapmakta olduğun şeyi neden yapıyorsun?” sorusunun, danışanların kendi kendiliklerini ve tecrübelerini ortaya çıkarmalarına yardımcı olduğunu ve bu bilgi sahibi olma durumunun ne kadar önemli olduğunu Piero hoca’dan öğrendim.

Danışanların kendilerine mevcut durum açıklandığında inanmadıklarını göstermek için itiraz etme, şiddetli duygusal tepki verme veya baskı, daralma, gerginlik gibi hisler yaşama gibi tepkiler göstereceklerini bilsem de içsel (manevi) anlaşmazlık ve uyumsuzluklara ilişkin yukarıda belirttiğim hipotezimden hareket etmeyi tercih ettim. 

Bu nedenle Ebru Hanım’ın önce bir koltuğa oturup kendini rahat hissetmesini,  gözlerini kapatmasını bekledim ve kendisine şunları söyledim:

"Sizden öncelikle ‘Ben yetişkin bir kadınım.’ cümlesini söylemenizi rica ediyorum".

Ebru Hanım kendisinden beklenen tepkiyi gösterdi. Başını sallayarak bu cümleyi söylemeyi pek istemediğini söyledi. Gerekçesi ise şuydu;  “Çünkü bu cümleyi söylemek, gerçekten büyük bir yalan olurdu”.

Bunun üzerine kendisine soru sormaya devam ettim: “Peki, yetişkin bir kadın değilseniz o zaman kendinizi ne olarak tanımlıyorsunuz?”.

Ebru Hanım hızlı bir şekilde cevapladı: “Belki ergen diyebiliriz?”.

Peki, sizce uzman doktor olan bir kadın neden gerçeği söylemekte zorluk yaşıyordu? Eğer kendisinden bir başka gerçek olan “Bugün Salı günüdür” cümlesini söylemesini rica etmiş olsaydım bu cümleyi hiçbir zorluk yaşamadan söylerdi.  Çünkü Ebru Hanım’ın vermiş olduğu tepki, çatışmaya bağlı olan şekillenen bilinçdışını ortaya çıkarmıştı.

Yetişkin olma durumuyla ilgili bu cümle, danışanın neden bu kadar fazla anlaşmazlık ve uyumsuzluk yaşamasına neden oldu?

Burada ise farklı bir yönteme yöneldim.

Fritz Perls tarafından geliştirilen "boş sandalye" yöntemi bu soruyu cevaplamakta kullandığım yöntemlerden biridir. “Boş sandalye” yönteminde temel olarak danışanın koltuğunun yaklaşık iki metre önüne bir boş sandalye yerleştirilir ve danışandan sıkıntı yaşadığı aile bireyinin ruhunu – bu örnekte ise Ebru Hanım’ın annesinin ruhunu-  bu sandalyeye oturtmasını rica edilir.

"Boş sandalye" yönteminde öncelikle Ebru Hanım’ı dikkatlice gözlemledim. Bu sırada kendisine annesi orada oturmaya başladığından bu yana kendi iç dünyasında nelerin değiştiği sorusunu yönelterek anne ile kızı arasındaki ilişki hakkında önemli bilgiler edindim.  Ebru Hanım’a annesi boş sandalyede oturmaya başladığından bu yana kendi iç dünyasında nelerin değiştiğini sorduğumda cevabı  “Hemen bir gerginlik yaşadım ve daha çok koltuktan kayıp düşecek gibi oldum. Kalbimde daha hızlı atmaya başladı.” oldu.

Henüz çözümü eksik olan hipotezimin devamı için Ebru Hanım’ın içsel çatışmayı çok daha net ve açık bir şekilde ortaya çıkaracağını umduğum bir cümleyi söylemesini önerdim.

“Ben senin gibi olmayı asla istemedim!”

Bu cümleye karşı Ebru Hanım’ın tepkisi şiddetli oldu. Gözlerinden yaşlar boşalarak şu cümleleri tekrarladı:  “Ben, senin gibi olmayı asla istemedim! Tüm hayatım boyunca asla istemedim!”

Bir yetişkin olarak hâlâ anne babasına isyan etmeye çalışan kişiler, kendi hayatlarını yaşama fırsatını kaçırırlar.

Aileden ayrılmak (ayrışma ve bireyselleşme) hiç kolay bir durum değildir ve bu genellikle tarafların - her ikisi için de geçerlidir. Bu ayrılık acısından kaçınmanın iki yolu vardır. Özerkleşmeyi, bağımsızlaşmayı ve bireyselleşmeyi başaramayan kişiler genelde şu iki yolu izlerler:

1.) Birincisi ailenize yakın coğrafik bir yerde ikâmet etmektir. Bunu ise ya aile evinde yaşamaya devam ederek ya da aile evine çok yakın mesafede yaşayarak yaparlar.

2.) Ayrılık acısı yaşamaktan kaçınmanın ikinci yolu ise vakti geldiğinde erkenden evden ayrılmaktır. Örneğin üniversite tahsiliniz veya mesleki eğitiminiz için aile evinden en az 300-500 kilometre uzaklıkta bir yere giderek ikinci yolu tercih ederler. Ama burdada sağlıklı bir ayrışma ve bireyselleşme yoktur. Burada bir kaçış ve isyan söz konusudur. İsyan da aynı yapışma modeli gibi bir çatışma modeli bir savunma mekanizmasıdır.

Ebru Hanım’a "Ben senin gibi olmayı asla istemedim!" cümlesinden çok etkilendiğini belirterek “Neden?” diye sordum.

Ebru Hanım sorumu sert bir ifadeyle şöyle yanıtladı: “Çünkü birden bunun aslında doğru olduğunu fark ettim. Ben onun olduğu gibi kariyer takıntılı ve bizlere yani çocuklarına çok az zaman ayıran biri olmayı asla istemedim. O, her zaman sadece başkalarının kendisini ne kadar beğendiğiyle ilgilenirdi. Tüm modern, süslü kıyafetlerine rağmen kendisi aslında dar kafalı ve gerici bir insandır!“.

Ben de kendisine “İnsan annesi gibi olmamalı ve iyi haber, siz bunu başarmışsınız!” dedim.

Sonrasında sözlerime devam ettim: “Kötü haber ise annenize karşı yüksek sesle isyan etmeden önce kendi öz benliğinizi bulmayı ihmal etmişsiniz. Bu nedenle, kendi hakkınızdaki kararları alma konusunda isteksiz davranışlar sergileyerek kararlarınızda başka insanların veya gelişen olayların belirleyici olmalarına müsaade ediyorsunuz. Bu yüzden kendinizi bir yetişkin gibi hissetmiyorsunuz. Yetişkin olmak demek ne istediğini bilmek ve bunun için gereğine uygun şekilde hareket etmek demektir”.

Görüşmenin devamında, Ebru Hanım ile annesinden nasıl iyi bir şekilde ayrılabileceğine ve kendisini gerçekten yetişkin bir kadın olarak hissetmesi için neler yapması gerektiğine yönelik olasılıkları görüşerek bunları değerlendirdik. Bu görüşmeler sırasında Ebru Hanım, şaşırtıcı bir şekilde birden bire oldukça mantıklı fikirler dile getirmeye ve ümit verici bir tutum sergilemeye başladı.

Ebru Hanım, üç ay sonra erkek arkadaşından ayrıldı ve üç ayrı hastaneyle iş görüşmesinde bulundu.

Abdullah ÖZER

Sosyal Çalışmacı, Bilim Uzmanı (Klinik Psikoloji), Aile Danışmanı

Uluslararası Akredite olmuş olduğu Psikoterapi Ekolleri ve Yöntemleri:

Ego State Therapy International (ESTIAkredite Ego State Terapisti
Ego-State-Therapie Deutschland (EST-DEAkredite Ego State Terapisti
Deutsches Focusing Institut (DFIAkredite Focusing Danışmanı/Terapisti
Deutsche Gesellschaft für Sexualforschung e.V. (DGfSAkredite Cinsel Danışman
Milton Erickson Gesellschaft für Klinische Hypnose e.V. (M.E.G.Akredite Hipnoterapist
World Association for Positive and Transcultural Psychotherapy (WAPPAkredite Pozitif Psikoterapi Danışmanı
Viktor Frankl Institute Vienna (VFIAkredite Logoterapi ve Varoluşçu Analiz Eğitmeni

Üyesi olmuş olduğu Uluslararası Mesleki Kuruluşlar:

International Society of Hypnosis (ISH)
European Society of Hypnosis (ESH)
Milton Erickson Gesellschaft für Klinische Hypnose e.V. (M.E.G.)
Viktor Frankl Institute Vienna (VFI)
World Association for Positive and Transcultural Psychotherapy (WAPP)
Deutscher Dachverband Für Psychotherapie (DVP) e.V.

 

Psikosentez Danışmanlık ve Eğitim Merkezi Türkiye İzmir'de ve Almanya Münih/Düsseldorf şehirlerinde Almanca ve Türkçe yüz yüze seanslar vermektedir. Bunun haricinden Dünya'nın neresinde yaşıyorsanız yaşayın Türkçe ya da Almanca Online Terapi, Online Cinsel Terapi, Online Psikoterapi ya da Online Psikolojik Danışmanlık ile SKYPE ya da WhatsApp üzerinden seanslara katılabilirsiniz. Bunun için Online Terapi sayfamıza göz atabilirsiniz.